İşte Banu'dan bir girdi :)
Hâlbuki geçmiş
aile bağlarını nasıl güçlendirebilir, yokluğu insanı nasıl duyarsızlaştırabilir.
Bireylerin
tarihi ile toplumsal tarihin içiçe anlatıldığı bu kitabı bitirdiğimde, zihnimde
googleda aranacak o kadar çok anahtar sözcüğüm vardı ki! Struma, Serenad, Mavi
Alay, Kırım Türkleri, yahudi profesörler, Maximilan Wagner (gerçekten var mıydı
böyle bir profesör?), … Tarihsel gerçekliği olan kitapları okumayı bu yüzden
seviyorum. Bir yandan da neresi kurgu, neresi gerçek ayırt etme merakı sarıyor
beynimi.
İşte kitaba
adını veren Schubert bestesi Serenade, David Garrett’den:
Şunu da
söylemeden geçemeyeceğim. Başından sonuna kitabın kahramanı Maya Duran’ı Zülfü
Livaneli ile özdeşleştirmeden duramadım. Toplum, askerler, Tükçenin kullanımı,
gençliğin teknonoloji bağımlılığı vb. konulardaki görüşleri ve hatta kahramanın
çok sevdiği porto şarabı, Bodrum’un havası, sokaklarına duyulan hayranlığı aslında
Zülfü Livaneli’ye aitmiş gibi hissettim. Zaman zaman bu duygu o kadar ağır
bastı ki kahramanın kadın olduğunu bile unuttum.
Kitabın
sonunu getirdiğimde genel olarak kurgunun iyi olduğuna karar verdim, ancak
gerçek mi düş mü karar veremediğim son sahnede Çağan Irmak filmlerindeki gibi “Bu
kadar çok sona gerek yoktu.” diye geçirdim içimden.
Son olarak
tam ifade edemeyeceğim bir eksiklik vardı kitabın anlatımında. Olayların
akışında yazarın sona bıraktığı duyguların anlatımını aradı gözüm bazen. Bir de
kahramanın günlük hayatının “bindim, gittim, yaptım, döndüm, uydum”la örülü
akışı bana biraz sıradan geldi ama uzun süredir, kısa sürede bir kitabı bitiremeyen
biri olarak bu kısımların kitabı hızlı okumama yardımcı olduğunu söylemeliyim.
“Serenad”
üzerine Zülfü Livaneli ile yapılmış bir röportaj, kitap hakkında birinci
ağızdan bilgi veriyor, ilginizi çekebilir: